İSTATİSTİKLER

40 kategori altında, toplam 942 haber bulunmaktadır.

Bu haberler toplam 732621155 defa okunmuş ve 2231 yorum yazılmıştır.

KİŞİYE ÖZEL BİRE BİR MBA & MASTER ETKİNLİĞİ

İstanbul Üniversitesi'nde büyük yarış başladı...

Kategori Kategori: Üniversite | Yorumlar 0 Yorum | Okunma 449910 Okunma | Yazar Yazan: admin | 13 Eylül 2008 00:17:36

'2009'dan sonra, İstanbul Üniversitesi'ni Bölüm Başkanları ve Anabilim Dalı Başkanları yönetecek' bu sözler İstanbul Üniversitesi Rektör Adayı Prof. Dr. Veysel Batmaz'a ait.

YÖK’ün kuruluşundan bu yana, İstanbul Üniversitesi’nin “sehven” yönetildiğini, etkisiz, verimsiz, sıradan ve sıkıntılı olduğunu belirten Batmaz’a göre “Medya dördüncü ise, üniversite beşinci kuvvettir.”

“Medyaya düşman yetiştiren” Prof. Dr. Veysel Batmaz ile Serhan Işılay konuştu. İşte o röportaj...

Serhan Işılay: İlkönce sizin bilimsel çalışmalarınızdan söz edelim. Hem akademik hayatı biliyorsunuz, hem de, iş medya ve reklam sektörünü ve siyaset dünyasını. Aynı zamanda ISO-9000 ve toplam kalite denetçilik sertifikanız var. Türkiye’nin reklam ajansları duayeni Manajans/J.W.Thomspon’da araştırma müdürlüğü yaptınız. Uzun zaman VERSO ekibinde (Dr. Erhan Göksel) başbakanlara, bakanlara siyaset danışmanlığı yaptınız. Siyaset, sosyal psikoloji, dil-iletişim, medya araştırmaları ve reklam üzerine çeşitli yazı ve kitaplar yazdınız. Araştırmalar yaptınız. Farklı sosyal bilim alanlarında sanıyorum 10 küsur kitabınız var. Ama bizi medya olarak en fazla ilgilendireni, Medyaya Düşman Yetiştiriyorum başlıklısı. Neden medyaya düşman yetiştiriyorsunuz?

PROF. VEYSEL BATMAZ: Bu kitap, 2001 yılından başlayarak haber3.com Internet sitesine yazdığım yazılardan oluştu ve ilk baskısı 2003 yılında yapıldı. Daha sonra o kitabı ders kitabı diye de okuttum. O yazıları yazdığım sıralarda, yakınımda olan arkadaşlar da aynı soruyu, biraz da alaysı ve endişeli olarak sordular. Bu sorunun arkasında, “koskoca medya, kendine düşman yetiştiren bir hocaya nasıl tahammül edebilir; medyaya kaliteli eleman yetiştirme işlevine sahip olması gereken bir kurumda, medya karşıtı yetiştirilir mi” gibi soru işaretleri vardı. Evet, medya böyleyse ona karşıt yetiştirilir. O zamanlar, üstelik bu kadar pespaye bir medyanın sadece ilk ışıkları görünüyordu. Geleceği tahmin ederek kaleme alıyordum o yazıları. Verdiğim kısa cevap buydu. Biraz uzunu ise şu: Medya nasıl, yargı, yasama, yürütme güçlerinin yanında, demokrasiyi daha da derinleştirmek ve içselleştirmek için onlara karşıt ve eleştirel yaklaşmakla yükümlü bir enformasyon taşıyıcısı ise, üniversite de, bu dört demokrasi kuvvetine eklenen beşinci kuvvet olarak, hem bu dört kuvvet bünyesinde yer alacak ve çalışacak olan bilgili, öngörülü ve nitelikli yurttaşlar yetiştirmekle yükümlüdür, hem de medya başta olmak üzere bu kuvvetleri eleştirecek, yargılayacak, ikâz edecek ve yol gösterecek bir güce ve işleve sahiptir. Yani, benim söylediğim şey aslında olması gereken bir şeydir. Kim için? Bilgili, öngörülü ve nitelikli yurttaş ve medya için. Yani, demokratik sosyal hukuk devleti için. Düşman kelimesi, aslında, Carl Schmitt’ten aktardığım bir kavramdır. Siyasal olanda, Schmitt, biraz da otoriter bir tarzda, dost-düşman ikilisinin, tüm hayatı var ettiğini ileri sürer. Bu beş kuvvet (yargı, yasama, yürütme, medya ve üniversite) birbiriyle düşman ilişkisi içindedir. Burada sakın herkesin aklına gelen, sizin de, onların da aklına gelmesin: Düşmanlık şiddet içermez. Sadece, karşıtlık içerir ve mücadele içerir. Şiddet, düşmanlığın fiziki hale gelmesidir, yani savaştır. Kavgadır. Savaşa, ırkçılığa ve her türlü fiziki şiddete karşı bir kişiyim. Hayatım anti-faşist mücadele ile geçti. Ama şunu da biliyorum: Hayat, diyalektik olarak, çelişkiler ve karşıtlıklarla oluşur. Global hayat ve global modernite, hukuk içinde (hak ve adalet çerçevesinde), şiddet içermeyen, savaşa dönüşmeyen, iletişimsel eyleme ve diyaloga açık, “çokluk”larla oluşmaktadır. Üniversite de, akademik hayat da aslında, bu tür mücadele ve karşıtlıkları eleştiri, ikâz ve yol gösterme aracılığıyla ele alma ve yeni bilgi ve bulguları ortaya koyma ve öğretme ortamıdır. Bu nedenle, ben bir üniversite üyesi olarak, bu çerçeve içinde, medyaya düşman yetiştiriyorum. Tabii ki, medyaya nitelikli düşman yetiştirmek de benim bugüne kadar çok başarılı olarak yaptığım bir şey. Üstelik, bir de Türkiye’nin şu andaki medyasının içinde bulunduğu duruma bakarsak, medyaya düşman yetiştirmek, aslında biraz da elzem bir şey. Yani, medyaya düşman yetiştirmek hem teorik olarak kaçınılmaz bir şey, eğer demokrasilerde yaşıyorsak; hem de, bugünün Türk medyası için çok gerekli.

“İKİ ÜNİVERSİTE KURDUM”

Peki, başka neler yaptınız, akademik alanda? Türkiye’nin en büyük üniversitesinin yöneticiliğine adaysınız, bu konuda neler yaptığınız, neler yapacağınızın da bir göstergesi olacak.

PROF. VEYSEL BATMAZ: Benim rektör adaylığım, uzun bir dönem boyunca üzerinde düşünülmüş bir karar ve üstelik üniversite yönetimi çok deneyimli olduğum bir alan.. Adem Çelik ve Dr. Mustafa Melek ile birlikte, iki üniversite kurdum bugüne kadar. Beykent Üniversitesi (1997) ve Liverpool John Moores Üniversitesi-Beykent Kampusü (1994). O iki üniversitede de akademik direktörlük (bir tür rektörlük), mütevelli heyeti üyeliği ve dekanlık yaptım. Her iki üniversite de benim kurduğum bir mütevveli heyeti ile yönetildi. Bu heyette, Prof. Mustafa Aysan, Prof. Erhan Karaesmen, Prof. Çağlar Keyder, Prof. Şevket Pamuk, Prof. Ayşen Akpınar, Belgesel Film Yönetmeni rahmetli Suha Arın ve ben ve Mustafa Melek ile Adem Çelik birlikte bulunuyorduk. Ben Mütevelli Heyet’in cari konularda aldığı kararları yürütüyordum. İkincisi bir İngiliz üniversitesi’nin franchise’ydı. Yani, öğrenci burada okuyor, diplomayı İngiltere’den alıyordu. Zamanın YÖK başkanları Prof. Mehmet Sağlam ile Prof. Kemal Gürüz, bu modeli yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Abbas Güçlü de bu güçlerin medyada sesi oldu, her nedense. Oysa, şu anda bütün üniversitelerin canhıraş bir biçimde uygulamaya çalıştıkları, Erasmus, Da Vinci, Sokrates gibi AB değişim programaları ile veya yabancı üniversite anlaşmaları ile hayata geçirmeye çalıştıkları, öğrencilere bir avantaj olarak sunmaya çalıştıkları bir şey bu. Türkiye, Mehmet Sağlam ve Kemal Gürüz ile tam on yıl kaybetti. Yani o çok övündükleri Cumhuriyet tarihinin sekizde birini kaybetti. Oysa, biz, şimdiki Bilgi, Doğuş, Atılım ve Biltek (sonradan Haliç oldu) Üniversiteleri ile birlikte, bu modeli çok daha sağlam ve denetimli oluşturmuş ve üç yıl da eğitim vermiştik. Bu sayede bir çok öğrenci İngiliz diplomalarını aldılar. Bu sistem devam etseydi, eminin o çok hırsla istenen AB’ye giriş bile çok daha gerçekçi hale dönüşebilirdi. Beykent Üniversitesi’nin kuruluş çalışmalarında, kanunun Meclis’te kabulünden ve ilk iki yıllık eğitiminde de yöneticilik, mütevelli heyeti üyeliği ve Güzel Sanatlar Fakültesi dekanlığına kadar çeşitli kuruculuk görevleri üstlendim. Oradan ayrılarak, 1995’ten itibaren ders vermekte olduğum İstanbul Üniversitesi’ne 2000 yılında Prof. Dr. Nükhet Güz’ün isteği ile başladım. 1994’ten bu yana da toplam kalite uzmanı olarak zaman zaman projelerde yer aldım ve ISO-9000 denetçiliği sertifikam var. İstanbul Üniversitesi’nde de, Bölüm Başkanlığı ve Senatörlük yaptım. ODTÜ Kamu Yönetimi mezunuyum ve A.İ.T.İ.A’da, Prof. Aydın Güven Gürkan’ın, Mülkiye’de (Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi ve BYYO’da) Prof. Nermin Abadan Unat, Prof. Ünsal Oskay ve Prof. Oya Tokgöz’ün asistanlığını yaptım. Yani, rektörlük benim için yapılabilecek rutin işlerden biri. Zaten, rektörlüğe, eski deneyimimi ve ODTÜ modelini İstanbul Üniversitesi’nde uygulamak için ve daha da önemlisi, artık bir tane daha tıptan arkadaşımın rektörlüğe atanmaması için aday oldum. Onlar bütün vakitlerini akademik ve klinik çalışmalarına verirler de, üniversiteyi yönetmezlerse, daha sağlıklı oluruz diye düşünüyorum.


“STRATEJİK” PLANIM, “MASTER” PLANIM FALAN YOK; HİÇBİR ŞEY YAPMAYACAĞIM; BÖLÜMLER YAPACAK... BENİM MASTER PLANIM 2547 SAYILI YASA.

Peki, neler yapacaksınız?

PROF. VEYSEL BATMAZ: Hiçbir şey... Ben rektör olunca, bütün idari ve akademik işlemleri, pencere camı takmaktan, akademik kadroların tayinine kadar her şeyi Bölüm Başkanları ve Ana Bilim Dalları Başkanları yapacak. Onlar zaten üniversitenin birçok fakültesinde doğrudan öğrenci alan ve diploma veren birimler. Onlar kendi birimlerinin idarecileri olacak. Benden sadece para ve insani destek isteyecekler, ben de istedikleri parayı ve elamanı vereceğim. Üniversite’nin genelini ilgilendiren konuları da, yine onların işlemleri ile, genel olarak uygulayacağız. Toplam kalite ve ISO-9000 uzmanı olarak, ne stratejik planım, ne de master planım var. Benim master planım, 2547 sayılı yasa. Değiştirilene kadar bu yasa, değiştirilirse, ki değiştirilmesi için en büyük katkıyı, İstanbul Üniversitesi’nin Bölüm ve Ana Bilim Dalları başkanları yapacak, o zaman master planım da o yasa olacak. Yasaya uymayan hiçbir şey yapmayacağım.

Benim, “üniversiteyi Bölüm ve Anabilim Dalı Başkanları yönetecektir” önermeme karşı, şu ileri sürülebilir; zaten bugün de, üniversitede kararlar bölüm kurulları ve fakülte kurullarında alınıyor, Senato’da onaylanıyor. Evet, bu kağıt üstünde böyle. Karar evraklarına bakarsınız her birinin arkasında bir bölüm kararı eklidir. Evet, evraklara bakarsanız, Rektörler, üniversiteyi, dekanlar ve bölüm başkanları ile yönetiyor diyebilirsiniz. Oysa, gerçek hiç de böyle değil. Bölüm Başkanlarının ve rektöre yakın dekanların dışında hiç kimsenin kararlardan haberi olmaz. Arada sırada, eften püften hiçbir zaman uygulanamayacak bir işlem için öğretim üyelerinin görüşleri bile sorulur ama işlem bir yerlerde karar altına alınmıştır zaten, üstelik, yüzlerce kişinin görüşlerini tek tek izleyemezsiniz bile, nerede kalmış denetleyeceksiniz. Bu nedenle kararlar, birbirlerine fiziki olarak yakın ve birbirlerini denetleyebilecek kadar bilen küçük gruplarda alınacak, bu da bölüm veya anabilim dalları olacak.

Yani, özetle, benim söylediğim bambaşka bir şeydir. Ben üniversiteyi rektör olarak bölüm başkanları ile yöneteceğim demiyorum: Üniversiteyi bölüm ve anabilim dalı başkanları yönetecek diyorum. Rektör ve dekan yönetmeyecek diyorum. Ben, rektör olarak, sadece kadro yaratan ve finansman bulan bir temsilci olacağım; işlemlerin hukuka uygun yapılıp yapılmadığını denetleyen bir denetçi olacağım diyorum. Denetçi olan yönetici olamaz. Yasada rektör denetçidir; yönetici değil. En fazla belirsiz koordinatördür. Onu da ben “yapmayacağım” diyorum. Dekan da, zaten yasada yazıyor, temsilci, koordinatör, kurul kararlarını uygulayan ve denetçi olacak. Bir daha tekrarlayayım: Benim master planım, 2547 sayılı yasa. Değiştirilene kadar bu yasa, değiştirilirse, ki değiştirilmesi için en büyük katkıyı, İstanbul Üniversitesi’nin Bölüm ve Ana Bilim Dalları başkanları yapacak, o zaman master planım da o yasa olacak. Yasaya uymayan hiçbir şey yapmayacağım. Sadece üniversite içine, bir kavram ve makam olarak, “rektör danışmanı” makamı altında bir OMBUDSMAN (bağımsız Mali ve idari denetçi) ve PROVOST (bağımsız Akademik denetçi) sokacağım. Onlar, beni de denetleyecekler, rektör olarak.

Sözünüzü kesiyorum ama bildiğim kadarıyla siz de, üniversite çalışan çok büyük bir kesim de 2547’ye karşı...

PROF. VEYSEL BATMAZ: Evet, karşıyım ama benim master planım o yasa. O yasa, üstelik ilginç bir yasa. Çok demokratik tarafları da, çok otoriter tarafları da var fakat temelde, seçimle iş başına gelen bir mekanizmayı kabul etmiş. Ben bu tarafını; bugüne kadar uygulanmayan ve bilinmesi de istenmeyen bu tarafını uygulayacağım. Zaten ODTÜ, Boğaziçi, İTÜ, Mülkiye (Ankara-Siyasal) gibi birçok gelişmiş üniversitede de, uygulanıyor.

“REKTÖRÜN ve DEKANIN YETKİSİ KASTEN ABARTILIYOR, YASADA YAZAN YETKİLERİ FAZLA DEĞİL; HÂTTÂ YOK BİLE DENEBİLİR... GÖREVLERİ ve SORUMLULUKLARI VAR.”

Yine sözünüzü kesiyorum ama 2547’ye demokratik diyen ilk sizi duydum.

PROF. VEYSEL BATMAZ: 12 Eylül faşizmi altında yapılan bir yasa fakat bugüne kadar yüzlerce cümlesi değişti. Artık o eski tarafı pek kalmadı. Bir de tabii, bu yasa ile çıkartılan yönetmelikler var, mesela “Üniversitelerde Akademik Teşkilat Yönetmeliği” ve “Yükseköğretim Kurumlarında Akademik Kurulların Oluşturulması ve Bilimsel Denetim Yönetmeliği” ve tabii üniversite personel yasası. Bu dört hukuki dayanak, üniversitenin çok demokratik ve alttan üste karar ve işlem silsilesi içinde yönetilmesine cevaz veriyor. İsterseniz kısaca anlatayım?

Üniversitelerde Akademik Teşkilat Yönetmeliği’nin 14. maddesi Bölüm Başkanlarının seçilmesinin, anabilim dalı başkanlarının görüşleri doğrultusunda olacağını amir hüküm haline getiriyor: “Bölüm Başkanı, o bölümün aylıklı profesörleri, bulunmadığı taktirde doçentleri, doçent de bulunmadığı taktirde yardımcı doçentleri arasından o bölümü oluşturan anabilim veya anasanat dalı başkanlarının 15 gün içinde verecekleri yazılı görüşlerini dikkate alarak bir hafta içinde fakültelerde, dekanca atanır” diyor. Madde çok açık. Anabilim dalı başkanlarının yazılı görüşü alınmaksızın Dekanca atanan bir Bölüm Başkanı yasal değil. Aynı yönetmeliğin 16. maddesi Ana Bilim Dalı başkanlarının öğretim üyelerince seçileceğini hüküm altına alıyor: “Anabilim veya anasanat dalı başkanı, o anabilim veya anasanat dalının profesörleri, bulunmadığı takdirde doçentleri, bulunmadığı takdirde yardımcı doçentleri, yardımcı doçent de bulunmadığı takdirde öğretim görevlileri arasından, o anabilim veya anasanat dalında görevli öğretim üyeleri ve öğretim görevlilerince seçilir.” Daha açık olabilir mi? Daha demokratik olabilir mi? Peki, Bölüm Başkanı kim? 2547 sayılı yasanın 21. maddesi tanımlamış: “Bölüm, bölüm başkanı tarafından yönetilir” ve Üniversitelerde Akademik Teşkilat Yönetmeliği’nin 15. maddesine göre, “Bölüm kurulu, bölüm ile bölüme bağlı anabilim veya anasanat dallarının eğitim-öğretim uygulama ve araştırma faaliyetlerinin programlarının, araç, gereç ve fiziksel imkanlarından en etkin biçimde yararlanmak için gerekli planların ve işbirliği esaslarının hazırlanması hususunda görüş bildirir. Bölüm kurulunun bu konularda hazırlayacağı öneriler, bölüm başkanının onayından sonra uygulanır.” Yani, bölüm kurulu istişâri bir organ. Bölüm Başkanı onaylamazsa, kurul kararı uygulanmıyor. Durum bu kadar açık. Buraya kadar gördük ki, halihazırdaki 2547 sayılı Yasa ve o yasaya dayanarak çıkartılmış yönetmelikler, çok demokratik bir biçimde Bölüm Başkanının seçilmesini ve bölümü idare etmesini tanımlamış ve hüküm altına almış durumda. Peki, bu yasal çerçeveye göre rektör ve dekan ne konumda? Rektör, 2547’nin 13. maddesine göre, “üniversite kurullarının önerilerini inceleyerek karara bağlıyor ve gerekli gördüğü hallerde üniversiteyi oluşturan kuruluş ve birimlerde görevli öğretim elemanlarının ve diğer personelin görev yerlerini değiştirebiliyor veya bunlara yeni görevler veriyor ve üniversitenin birimleri ve her düzeydeki personeli üzerinde genel gözetim ve denetim görevini yapıyor”. Yetkisi bu kadar. Bir de en üst disiplin amiri. Bu yetkiler de, Danıştay tarafından iyice etkisizleştirilmiş ve kısıtlanmış durumda. Örneğin, Danıştay elemanların görev yerlerini değiştirme yetkisinin, “gerekçeli ve geçici olarak 6 ay ile sınırlı olması gerektiği” hükmünü vermiş; daha fazla yetki kullanımını, “yetkiyi aşma” olarak tanımlamış. Kurul önerileri ise, aslında kararlar. Çünkü Senato’nun düzenlendiği 2547’nin 14. maddesinin ilk fıkrası aynen şöyle: “Üniversitenin eğitim-öğretim, bilimsel araştırma ve yayım faaliyetlerinin esasları hakkında karar almak. Demek ki, üniversitede akademik kararlar Senato’da; idari kararlar Yönetim Kurulu’nda alınıyor ve Rektörlük de bunu nihai olarak “karara bağlıyor.” Burada, “karar almak” ile “karara bağlamak” kamu hukuku açısından aynı değil. Karar almak, bir yetki kullanmak ve yasama gücü; karara bağlamak ise o alınan kararı “yürütmek” yetkisi. Bu ayırım, ne yazık ki, hiçbir kuruluşumuzca bilinmiyor veya uygulanmıyor. Yani, deyim yerindeyse, Üniversite Senatosu TBMM; Üniversite Yönetim Kurulu Bakanlar kurulu, Rektör de Başbakan. Başbakan Meclis ona ne derse onu yapmakla mükellef. Cari işlemler de bu genel yasamaya tabi.

Gelelim Dekan’a. Dekan ise tamamıyla yetkisiz bir koordinatör. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi eski dekanlarından idare hukukçusu Prof. Ülkü Azrak’tan dinlemiştim. “Dekan, fakülteye bir pencere camı bile takamaz, kurul kararı yoksa,” demişti. Nitekim 2547’nin 16. maddesi açık: “Fakültenin ve birimlerinin temsilcisi olan dekan, fakülte kurullarının kararlarını uygulamak ve fakülte birimleri arasında düzenli çalışmayı sağlamak; fakültenin ödenek ve kadro ihtiyaçlarını gerekçesi ile birlikte rektörlüğe bildirmek, fakülte bütçesi ile ilgili öneriyi fakülte yönetim kurulunun da görüşünü aldıktan sonra rektörlüğe sunmak; ve Fakültenin birimleri ve her düzeydeki personeli üzerinde genel gözetim ve denetim görevini yapmak” ile yükümlü. Yetkisi yok. Sadece bir disiplin amiri. Tek yetkisi, fakülte içinde çalışanların izinlerini vermek ve düzenlemek.

Kısacası, biraz uzun oldu ama, üniversiteler, 2547 sayılı yasa ve bağlı yönetmeliklerle, en alttan seçilerek gelen yöneticilerce, dekan ve rektör tarafından koordine edilerek yönetiliyor. Yani, asal yönetim yetkisi Bölüm Başkanlı ve Ana Bilim Dalı başkanlarının, yukarıda da bu apaçık yasal ve hukuki olarak gözler önünde.

Peki, tekraren soruyorum, bunun ötesinde siz ne yapacaksınız?

PROF. VEYSEL BATMAZ: Yasayı uygulamaktan başka bir şey yapmayacağım ve bu yasanın daha demokratik ve verimli yönetim tarzları oluşturulması yönünde değiştirilmesi sürecine ivme kazandıracağım. Benim rektör olarak yapacakların zaten çok kısıtlı, yasaya göre.

Örneğin, yeni kadrolara atama ve yükseltme bugün tüm üniversitelerde önemli bir sorun. Rektör, keyfen kadrolara hakim bir biçimde, istediğini yapar; “yapabilir” zannedilir. Tabii sorarsanız, tüm rektörler de “kurullara soruyorum” der ama tabii bunun böyle olmadığını kendisi de bilir. Kurullar genellikle kendi tayin ettiği arkadaş ve yakınlarından oluşmuştur. Böylece, ye kürküm ye, kendisi de kendini yetkili zanneder. “Kadrolaşma” suçlamalarının ardında yatan mekanizma budur. Rektör ve tebaa, kadrolara, rektörün hakim olduğunu zanneder. Değildir ve ben bunu tüm öğretim üyelerinin de bilmesini istiyorum. Benim rektörlüğümde, “kadroyu” bölüm, anabilim dalları ve kurulları ile yakın işbirliği ile dekandan isteyecek, dekan kurullarına soracak, fakülte kurullarında zaten bölüm başkanları var. Kurulların kararını da Rektör olarak uygulayacağım. Gerekçeli olarak hangi kadro istenirse, uygulayacağım. Kadro ihtiyaçları YÖK’e bildiriliyor ve Maliye Bakanlığı’nın onayıyla kullanılabiliyordu, Danıştay, üniversite kadrolarına Başbakanlığın ve Maliye Bakanlığı’nın karışamayacağı kararını verdi. Biliyorsunuz, 2005 yılından bu yana, akademik kadro atamalar için Başbakanlık’tan izin alma şartı Danıştay tarafından iki kez bozuldu, Danıştay, atamalarda YÖK’e getirilmek istenen Maliye Bakanlığından veya Başbakanlıktan izin alma zorunluluğunu kabul etmedi.

Benim rektörlüğümde, idari kadrolarda ise, Genel Sekreter dışında, bir iki danışman-koordinatör dışında, bugüne kadar kim çalışıyorsa İstanbul Üniversitesi’nde onlar çalışmaya devam edecekler.

Bir de ekleyeyim. Artık, Bölüm Başkanlıkları da, doğrudan Rektörlükle yazışma yapabilecekler. Üniversiteler Başbakanlığa bağlı kuruluşlar değil; o nedenle klasik bürokrasi hiyerarşisi uygulamazlar.

“ŞEYHİ MÜRİTLER, REKTÖRÜ PROFESÖRLER UÇURUYOR!”

Ama rektörler “Allah” zannediliyor?

PROF. VEYSEL BATMAZ: Şeyhi müritler uçururmuş. Bu da ona benziyor. Bir de tabii tıptan olmanın (bir çok üniversitede tıplılar çoğunlukta olduğu için meslek dayanışması yapıp, rektörü belirliyorlar) getirdiği bir “yaratıcılık, ölümle mücadele etmek” gibi bir kompleks var; bu da onların kendilerini “yaratan” olmasa da “yaşatan” gibi görmelerini sağlıyor olabilir. Bu da müritlerin gözüne Allah gibi görünmelerini sağlıyor olabilir ama Türkiye’de tıp eğitimi çok düşük düzeyde ve eski kadar cevval değiller. Eğer, insanlar, yukarıdaki size sunduğum yasal hükümlere karşın, rektöre yetki atfediyorlarsa, o da bunu kabulleniyorsa, zaten mesele bitmiştir. Bugüne kadar birçok üniversite, başta İstanbul Üniversitesi olmak üzere, bu yanılsama veya “yanlış bilinç”le yönetilmiştir. Ben olması gerektiği gibi, yasa, hukuki ve olması gerektiği gibi, bütün kararları Bölüm Başkanlarına ve kurullara bırakacağım. Dolayısıyla benim üniversite genelinde ne “stratejik” planım, ne de yasal statüden başka “master” planım var. Herkesten de iyi bilirim o iki planı. Özel sektörde çalıştım, toplam kalite ve ISO kalite sistemleri uzmanıyım ve iki üniversite kurarak, yöneticilik yaptım. Ben Anayasalar yapmış koskoca İstanbul Üniversitesi’nde üç dakika süren Senato toplantılarına katıldım. Çay içmeye bile vaktimiz olmadan, “büyük” kararlar aldık! Bu benim dönemimde olmayacak. Gerekirse Senato sabaha kadar tartışacak. Bizim yönetici olarak, ortak aklı ve çokluk ve çoğunluk kurallarını, azınlığın haklarını da tam olarak gözeterek, adaletli ve hukuk içinde işlem yapmak ve hakkaniyet ile liyakatı sağlamak görevimiz. Ayrıca, rektör ben değil başkası bile olsa, o arkadaşı da hep yukarıdaki çerçeveye davet edeceğim.

“ÜNİVERSİTELERDE BİR ‘TIP YORGUNLUĞU’ VAR.”

Peki, rektör olarak seçilmeniz, sonra da atanmanız ne kadar mümkün, üniversite’de rektörlük için oy verecek 2400 küsur oyun 1000’e yakını tıp fakültelerindenken? Üstelik İstanbul Üniversitesi, politik görüşlerin, çıkar çatışmalarının ve paylaşmalarının ve mesleksel dayanışmanın, özellikle tıp bilimlerinde, yoğun ve başat olduğu bir yer.

PROF. VEYSEL BATMAZ: Bu sorunun bir basit yanıtı var. Tıp fakülteleri aslında azınlık. Karşısına blok olarak diğer fakülteler çıkarsa, tıp fakültelerinin dediği olmaz. Mesele, Kant’ın iki yüz yıl önce ele aldığı şekli ile “fakülteler arası çatışma” olarak bakılırsa, bence sorun yok. Fakat, ne yazık ki, tıp fakültesinden adaylara, diğer fakülteler de oy veriyorlar. Fakülteler çatışmıyor; bilimsellik çatışmıyor; işin politik ve cemaatsel tarafı var. Bu durumda, tıp fakülteleri en çok oyu alanlar oluyor. Ama şimdi, bu önümüzdeki seçim, “geçim” seçimi olmayacak. Liyakatsızların rant seçimi olmayacak. YÖK Başkanı’nın dediği gibi “yasaksız üniversite seçimi” olacak. Demokratik seçim olacak. Eğer en çok oyu almış olarak Cumhurbaşkanı’nın önüne gidersem, ben atanırım. Buna şüphem yok. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere hiç kimsenin de şüphesi yoktur umarım. Basit olmayan cevapsa burada başlıyor. Tıp tahakkümünü nasıl yenip, en çok oyu alacağım? Eğer tıplı adaylar, diğer fakültelerce de destekleniyorsa? En çok oyu alabilmem için birkaç etmen oluşmuş durumda: Birincisi, İstanbul Üniversitesi 1983 yılından bu yana tıp fakültesinden olan rektörlerle çok sıkıntılı, verimsiz, hantal ve hukuk dışı olarak yönetildi. Sadece benim elimde beş tane mahkeme kararı var. Bu yirmi beş yılın verdiği ağır bir yorgunluk var üniversitenin tıp fakültelerinde. Onlar da artık, kendilerinden biri olan kişilerin üniversiteyi, tıp fakülteleri için bile doğru yönetmediği kanaatine sahip olmaya başladılar. Benim görüştüğüm şu ana kadar 350 kadar tıptan arkadaşım, tıp dışından birinin rektör olması konusunda kesin kararlı olduklarını söylediler. Tıptan rektörler, tıp fakülteleri için de büyük bir yük haline gelmiş durumda; bugüne kadarki uygulamalar yapılan yanlışlardan tıp fakülteleri sorumluymuş gibi yanlış bir düşüncenin oluşmasına yol açıyor, bugüne kadar yapılan uygulamalar. Yani birinci etmen, “metal yorgunluğu” gibi, özellikle İstanbul Üniversitesi’nde bir “tıp yorgunluğu” oluşmuş durumda. Prof. Cem’i Demiroğlu ile başlayan bu demir aksam yavaş yavaş yıpranmış ve çürümeye yüz tutmuş ve yorulmuş durumda. İstanbul Üniversitesi’ne tıp dışından bir rektör bu kez seçilecek. Bu, ben olur muyum? Umarım olurum. Bu aşamada ikinci etmen öne çıkıyor: İstanbul Üniversitesi’nde, şu sıralarda bir kampanya yürütülüyor, gizli gizli; belli bazı bilimsellikle ilgileri olmayan küçük bir grup, “tek adayda birleşelim, eğer çok büyük bir yoğunlukla tek adayı YÖK’e gönderirsek, mesela, 1200 kadar oy alan bir adayı gönderirsek, YÖK’ün ve Cumhurbaşkanı’nın istediği değil, bizim istediğimiz olur” diyorlar. Bunlar bu propagandayı demokratiklik için yapmıyorlar, sadece bir inatlaşma için yapıyorlar. İşte bu çok tehlikeli. İstanbul Üniversitesi’ni yalnızlaştıran, iyice toplum dışına atan bir iş olur bu. Oysa, İstanbul Üniversitesi’nin ihtiyacı olan şey bugün, saygın ve hukuk bilen, önceki yönetimlere karışmamış, onların kamburunu taşımayan tıp dışından bir rektördür. O da, bu aşamada benden başkası değil. Çünkü, İstanbul Üniversitesi’ni, bir ODTÜ modeline sadece ben dönüştürebilirim. Bu üniversitede çalışan bir çok arkadaşın, ODTÜ gibi bir modeli benimseyeceğinden kuşkum yok. ODTÜ’de dekanların adları bile bilinmez. Bir Bölüm Başkanı vardır, bir de rektör. Kararların tümü bölümlerde alınır, fakülte kurullarında tartışılır, ki kurulları da zaten bölüm başkanları oluşturur ve rektörlüğe gider. Bütün üniversitelerde aslında böyle bir akış var gibi gözükür. Ama sadece gözükür; bir nevi göz yanılsaması, serap görmek gibi bir şey. Ben bunu “serap” olmaktan çıkartarak, yaşanılır ve gerçek kılacağım. Yani, bölüm kurulları ve başkanlarının her karar verdiği konu, hukuka aykırı değilse, uygulanacak. Senato, daha genel konularda, yine bölümlerin istekleri doğrultusunda karar alacaklar. Rektör ve dekanlar da sadece, deyim yerindeyse komisyon almayan “aracı kurum” olacaklar. Denetim ve gözetim yapacaklar. Zaten, kamu yönetiminde de işletme yönetiminde de, kural şudur: Denetleyen kişi, yöneticilik yapamaz. Siz, rektöre ve dekana hem denetçilik görevi verin, hem de onu yönetici yapın. Bu olmaz. 2547 sayılı Yasa’nın bugün en fazla eleştirilmesi gereken kısmı budur ama kimse farkında değil. Bu, hem hükümet, hem meclis, hem de yargı olmaktır ve demokrasiye aykırıdır. Oligarşik diktatörlüktür. Rektör bugün, müritleri tarafından oligarşik seccadesinde uçan Şeyh zannediliyor. Bunu anlayışı kıracağım. Üstelik 2547’yi olması gerektiği gibi, “icabı gibi” uygulayarak.

“ ÜNİVERSİTEDE ‘SOKAK TİYATROSU’ BAŞLATACAĞIM.”

Peki, çalışmayı düşündüğünüz bir ekip var mı?

PROF. VEYSEL BATMAZ: Var. Bürokrat ve ODTÜ geçmişli bir Üniversite Genel Sekreter adayımı ilan edeceğim. Ayrıca manevi ve operasyonel yardımlarını alacağım yine Mülkiye ve ODTÜ kökenli Ankara koordinasyonunu yönetecek danışman ekibim olacak. Bunların dışında, şu anda görevde bulunan hiç kimseyi, altını çiziyorum, dekan veya başkan ve idareci hiç kimseyi dışlamam. Süreleri doldukça, yukarıda size sunduğum yasal seçilme prosedürü gereği, Bölüm Başkanları ve Ana Bilim Dalı başkanları seçilir ve onların yönetiminde, üniversiteyi koordine ederim. Dekanlar biliyorsunuz YÖK tarafından atanıyor. Dekan aday listelerini de Bölüm Başkanları hazırlar ve önüme koyar, imzalayıp, YÖK’e gönderirim. Para bulurum, araştırma ve fiziki altyapı proje finansmanı sağlarım. Vakıfları verimli hale getiririm. Döner sermaye kararlarını bölümlere bırakacağım. Diğer üniversitelerle, Çukurova Üniversitesi’nden Prof. Dr. İbrahim Ortaş’ın önerisi doğrultusunda, “iç Erasmus” yaparım. Ama, bunları, hep Bölüm Başkanlarının istek ve kararları doğrultusunda, onların vizyonları ve misyonları içinde görürüm. Hiç karışmam. Bir de Bölüm Başkanları Konseyi ve Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK) kurmayı, var olanı da aktif hale getirmeyi düşünüyorum. Zaten Üniversite Genel Sekreteri adayı arkadaşım da bu konuda çok deneyimli. Bir de, üniversiteyi bir tiyatro mekanı haline getireceğim. Sanatla iç içe yaşayacak bu üniversitedekiler. Sokak tiyatrosunu başlatacağım. Düşünün, tıp fakültesi hastanesi bahçesinde, tıp uygulamasını eleştiren bir “sokak tiyatrosu” ekibinin canlı performansını izleyen başı türbanlı kadınlarımızı. Hastalıkla içleri acırken, belki yüzlerine bir gülümseme ve akıllarına bir sorgulama gelecek. Ne güzel!

“İMKÂNSIZI İSTEYİN.”

Son olarak, İstanbul Üniversitesi’nde var olan çeşitli politik ve cemaat grupları arasında ilişkiler konusunda ne yapmayı düşünüyorsunuz? Önümüzdeki günlerde baş ağrıtacak bir sorun bu.

PROF. VEYSEL BATMAZ: Üniversite kamusal alandır, ancak benim “kamusal alan” tanımım daha çok Habermasçı bir tanımdır. Şu anda yanlış kullanıldığı gibi “devlet” alanı anlamında kullanmıyorum, kamusal alanı. Tam tersine devlet dışı bir alan. Tabii üniversite içinde devlet alanı da vardır. Şöyle diyelim: Kürsüler ve muayenehanelerin doktor masaları devlet alanıdır; anfi sıraları, dershaneler ve klinikler, hasta odaları kamusal alandır; öğretim üyeleri odaları özel alandır. Kamu alanını bu ayırıma göre, adı üstünde, “public sphere,” “umumun sahası” olarak, yani, efkâr-ı umumiye olarak kullanıyorum. Politik uzlaşma ve üniversitede politik çatışma konusunda epey deneyimliyim. Ben 1975-79 yılları arasında ODTÜ’de öğrenci derneği yöneticiliği yaparak okudum. 12 Eylül ve YÖK’ün başlangıç sürecinde, Mülkiye’de master ve doktora yaptım; asistanlık yaptım. Her renge, her kıyafete, her akla ve her duyguya açık bir üniversite olacak İstanbul Üniversitesi, yasaya ve hukuka aykırı olmamak koşulu ile. 1933’de bu üniversiteyi kuran Mustafa Kemal Atatürk ve Reşit Galip, belki de ilk kez, “ne kadar iyi oldu şu üniversite”, diye rahat bir nefes alacaklar. Herkese açık olacak her yer. Kamusal alanı, devlet alanını ve özel alanı yasal ve hukukî olarak yeniden tanımlama ihtiyacımızı, yasama organlarına ileteceğiz. Yargı organları ile bu üç alanla ilgili görüş alış verişinde bulunacağız. Yürütmeyi ve YÖK’ü bu konularda, Cumhuriyet ilkeleri doğrultusunda neler yapılabileceği ile ilgili bilgilendireceğiz. Uzlaşma kültürünü, laftan çıkartıp, Habermas’ın iletişimsel eylemi haline getireceğiz. Türkiye için fikir üreten bir think-tank olacağız. Üniversitemizi uyuşukluktan çıkartarak, işyeri kavramını da yıkarak, sembiotik bir canlı haline dönüştüreceğiz. Bunu da üstelik rektörlük olarak yapmayacağım. İlgili Bölümler yapacak, bunu. Rektörlük onayı olmadan; İstanbul Üniversitesi adına, üniversite dışına görüş iletmek artık Bölümlere serbest olacak. Dekanlar ve rektör, üniversitenin sadece ve sadece denetimini (o da, yapılan işlemlerin ne kadar hukuk içinde olup olmadıklarını kapsayacak; haşa bir “yerindelik” denetimi veya akademik denetim olmayacak—bu zaten şu anda da mümkün değil) yapacak.

Kısaca, İstanbul Üniversitesi, 1933 misyonuyla, 41 yaşında ölen İstanbul Üniversitesi’nin asıl kurucusu Dr. Reşit Galip’in üniversitesi olacak.

Umarım başarırsınız. İstanbul Üniversitesi de, tanımladığınız gibi bir rektöre kavuşur.

PROF. VEYSEL BATMAZ: Ummayın, isteyin. İmkânsızı istemek, elde etmenin yarısıdır. Beni, http://www.rektorbatmaz.blogspot.com/ sitesinden izleyebilirsiniz. Yeni İstanbul Üniversitesi’nde, yapacaklarımı, daha doğrusu Bölüm Başkanları ve Anabilim Dalı Başkanlarının yapacaklarını, orada okuyabilirsiniz.

HABER3.com / Özel

 
 Puan: 10 / 1 Oy | Yazdırılabilir SayfaYazdır

Yorumlar

 


Henüz Yorum Yazılmamış

Yorum Yazın



KalınİtalikAltçizgiliLink  
Simge Ekle

    

    

    

    





Arama ARAMA


Anketi Doldur, Hediye Tatil Kazan